Geçenlerde bir TV programında üniversite 1. sınıf hocamdan bahsedildiğini duyduğumda heyecanlanarak programı ilgiyle izledim. Programda, bir gazete köşesine referansla “Buraya kitap okumaya değil, diploma almaya geldik.” başlıklı yazıdan bahsedilmekte; değerli hocamız Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in üniversite ortamından uzaklaşmasına sebep olan bir hadise konu edilmektedir. Buna göre, hocamızın özel bir üniversitede “insanbilim” (antropoloji) dersinde öğrencilere kitap okuma listesi vererek, seçilecek kitabın bir rapor halinde sunulmasını istemesi üzerine, öğrencileri temsilen bir öğrencinin hocamızın odasına giderek şu sözleri sarf ettiği belirtilmektedir: “Hocam, biz buraya okuyup yazma öğrenmeye değil, diploma almaya geldik. Bizim kitap okuyacak vaktimiz olsaydı zaten buraya gelmezdik.” Bozkurt hoca da bu şekilde dersin amacına ulaşamayacağını bahsi geçen öğrenciye belirtmiştir. Bütün bu olayın sonunda, söz konusu üniversitenin bir yöneticisinden, öğrencilerin aynı zamanda birer müşteri olduğu minvalinde sözlerle onlara sert davranılmaması hususu hocamıza iletilmiş; bunun üzerine hocamız kendisine teşekkür etmiş, artık kendisinin o kurumda yapabileceği daha fazla bir şey olmadığını belirterek üniversiteden ayrılmıştır.
Üniversitelerin geldiği durumun özetlendiği bu olayı duyduğumda aklıma kendi üniversite yıllarım geldi. Bozkurt Güvenç hocamızın üniversiteye ilk başladığım yıl kendisinden aldığım ve almaktan mutluluk duyduğum “Antropoloji” dersinde, benzer şekilde kitap özeti, daha doğrusu kitap raporunun ödev olarak verilmesi üzerine J.Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”ni okuduğumu, rapordan “sağol kutlarım” ibaresi ile AA aldığımda ne kadar sevindiğimi hatırladığımı belirtmek isterim. Anımsıyorum da, belki de Orta Doğu Teknik Üniversitesi gibi ülkemizin güzide bir devlet üniversitesinde olmamızın bir etkisi ile sınıfta bulunan tüm öğrencilerin ama iyi ama biraz vasat bir çaba sarf ettiğini, hocaya yukarıda anlatılan hadisede belirtildiği gibi sözler sarf etmenin ayıp addedildiğini ve kimsenin haddi olmadığını bildiği, hocanın anlattıklarını benimsesin veya benimsemesin saygı duymayı bildiği bir ortamdan geçtiğim için tekrar gurur duyduğumu, bu konuda mütevazılık edemeyeceğimi ifade etmek isterim.
Eğitim sisteminin geldiği aşama ve öğrencilerin okumaya bakışını gösterir bu tablonun üzüntü ve kaygı verici olduğu açık. Kitap okumanın insanı bambaşka diyarlara götürdüğü, bakış açısını genişlettiği, insanı ve içinde bulunduğu kültürü anlamanın önemli yollarından biri olduğunu belirtmeye gerek yok; ancak her şeye rağmen geleceğimizi oluşturacak yeni kuşaklardan da umudumuzu kesmenin hakkımız olmadığını düşünüyorum. Hocamızın “İnsan ve Kültür” kitabının son kısmında ifade ettiği gibi “Anlarsak belki bağışlarız. Kendimizi ve ötekileri… Kimden başladığımız pek önemli değil. İnsan ve Kültür’den geriye “İnsan Nedir? Kimdir O İnsan?” soruları kalırsa, ben de kendimi bağışlayabilir miyim, diye umutlanıyorum.” (Güvenç, 1996: 324).
Öğrenci arkadaşlarımıza, insanı ve insanın ürünü olan kültürü anlamaları bakımından hocamızın kaleme aldığı kitapları okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Hiç şüphe yok ki, bilgi ve tecrübeler, yaratılan uygarlığın sürdürülmesi, toplumun daha ileri bir aşamaya geçebilmesi, kültür denilen yapının kuşaklar arası aktarılması sonucu sürdürülmekte; bu süreçte insanoğlunun icatları, bilimsel çalışmaları, yaratılan kültürün devamının araçları olmakta; eğitim süreci ile diğer nesillere iletilmektedir. Bu bakımdan sistemli bir okumanın önemi yadsınamaz bir gerçektir; ancak okumaya üşenen arkadaşlara kendi öğrenciliğim zamanında, hocamızın “İnsan ve Kültür” kitabından almış olduğum notları derlediğim aşağıdaki özet yazıyı; ayrıca yukarıda belirttiğim, yine öğrenciyken hocamızın dersinde özet rapor olarak verdiğim “Gazap Üzümleri” kitabının özetini okumaları için aşağıda ekte sunuyorum. En azından birilerine ilham verir umuduyla mutlu okumalar diliyorum.
- ANTROPOLOJİNİN DOĞUŞU
Sosyal beşeri bilimlerin yavaş gelişmesi, bilimsel bulguların toplumsal direnişle karşılaşmasından ileri gelmiş; etnosantrizm, homosantrizm ve geosantrizm bilimsel bulguların benimsenmesi ve yayılmasını geciktiren başlıca nedenler olarak görülmüştür.
İnsanbilimin (antropoloji) kurucu babası, tarihin kurucusu olarak bilinen Heredot kabul edilmektedir. Çünkü Heredot tarihi anlatırken toplumlar arasındaki kültürel farklara da değinmiştir.
XV ve XVI. Yüzyıllarda Marco Polo’nun keşifleri ile yeryüzünde beyaz tenli Hıristiyan Avrupalı’ya benzemeyen farklı renk ve kültürde insan ve toplumlarına rastlanması, beraberinde insan toplumlarına ilişkin birçok soruyu gündeme getirmiştir.
XVII. yüzyılın ortalarında çeşitli yerlerde bulunan farklı özellikteki taşlar, bunların nasıl alet olarak kullanıldıkları ve hangi tarihe ait olduklarının saptanması ile yine insanoğlunun yaşına ilişkin birçok soruyu beraberinde getirmiştir.
Thomas Huxley’in çalışmaları ve Charles Darwin’in “Türlerin Kökeni” adlı denemesiyle üzerinde yaşadığımız gezegenin sanıldığından çok daha eskiye dayandığı ileri sürülmüştür. Bu dönemde “homo erectus” adı verilen Neandertal İnsan, Cava İnsanı, Pekin ve Heidelberg insanlarının bulunuşu insanoğluna ilişkin sorulara cevaplar aşamasında önemli gelişmelerdir.
Bu gelişmelerle birlikte yeni bilim dalları doğmuştur: eski insanlarla uğraşan paleoantropoloji bilimi ile Edward B. Tylor’un kurucusu olduğu “kültürel antropoloji”. Tylor, toplumsal evrimi animizmin ve dinlerin bir evrimi olarak görmüştür. Yine Durkheim’in kurucu babası olarak sayılabileceği “sosyal antropoloji” de bu bilim dallarındandır.
Yunan felsefesinden günümüze, seçkin varlığın en seçkin özelliğinin ruh olduğu ve insanları diğer varlıklardan ve birbirinden ayıran en önemli hususun ise, akıl ve bilinç olduğu kabul edilmektedir. Dr. Freud, insan hayatında ve ilişkilerinde bir “bilinçdışı”nın varlığından bahsederek ileri bir adım atmıştır. Ona göre bilinçdışı birçok davranışımızı yönetiyordu. İnsan ne safkan sosyal ve akıllı bir varlık ne de bir maymundu. Ruh, bireysel (biyolojik) bedenle toplumsal sistemin etkileşiminden doğan dinamik bir bileşkedir. İnsan biyo-sosyal bir varlıktır.
2.BÖLÜM: “IRK”LA AÇIKLAMANIN SINIRLARI
Bu bölümde “Irk nedir? Var mıdır, yok mudur? Irk varsa onun kültürel fark ve benzerlikle ilişkisi nedir?” gibi sorular sorulmakta ve cevaplar aranmaktadır.
Irk, belli fiziksel özelliklerin belli toplum ve coğrafya bölgelerinde yığılma ve yoğunlaşma göstermesi olarak tanımlanmaktadır. Bu özelliklerin ayrı toplumlardaki dağılış yüzdelerini inceleyen bilimin dalı olarak antropometri ise, son yüzyıl içinde gelişmiştir. Bir toplumda yaşayan insanların tümünün taşıdığı genlerin toplamı da “genetik hazine” ya da “gen kaynağı” olarak nitelenmektedir. Hiçbir toplumun genetik hazinesi olduğu gibi kalmaz, yavaş da olsa değişir. Genetik değişmeler ise, biri fiziksel (coğrafi) diğeri sosyo-kültürel değişim olmak üzere iki ana başlık altında toplanabilir. Genetik benzeşme ve farklılaşma ise dört boyutta incelenmektedir. Bunlar, mutasyon, doğal ayıklama, genetik-demografik kayma ve kültürel seçiciliktir.
Tüm bu tanımlamalar ışığında ırk diye bir olgunun varlığından bahsedilebileceği; ancak bunun ırkçılık olarak anlaşılmaması gerektiği açıklanmaktadır. Irk, yukarıda da açıklandığı üzere belli genetik özelliklerin belli toplumsal ortamlarda yoğun olarak gözlenmesidir. Irkçılık ise, bazı ırkların üstünlüğünü ve saflığını savunur.
Kültürel farklar ırk farklarıyla açıklanamaz; aynı şekilde ırk yoğunlaşmaları da yalnız kültür farklarıyla izah edilemez. Bu bakımdan insanın değişiminde, ırk etkeni, kültürel etkenler ve doğal faktörlerin karşılıklı etkileşimi ve dinamik dengesi söz konusudur.
3.BÖLÜM: SOSYAL BİLİMLER VE ANTROPOLOJİ
Antropoloji, anthropos (Yunancada insan) ve logos (bilim) sözcüklerinden türetilmiştir. Kitabın bu bölümünde antropoloji-sosyal bilimler ilişkisi sorgulanmış ve cevaplar aranmıştır.
– Antropoloji, sosyal-beşeri bilimlerin ikinci bir adı değildir. Ancak, insan ve sorunlarıyla ilgili olmaları nedeniyle, sosyal-beşeri bilimlere genel bir düzeyde antropoloji demek anlam bilimi açısından yanlış olmaz.
– Antropoloji, sosyal – beşeri bilimlerden ayrı ve tam bağımsız bir bilim dalı değildir. Arkeoloji, etnoloji, lengüistik ve sosyoloji çağdaş antropolojiye en yakın disiplinler arasında sayılır.
– Antropoloji, sosyal-beşeri bilimler ailesinin sıradan bir üyesi değildir. Geleneği, yöntemi ve doğa bilimlerden olan biyolojiye yakınlığı ile sosyal-beşeri bilimlerden ayrılır. Doğa tarihi yöntemini kullanır; fakat antropolojinin arkeoloji ve tarihe benzeyen yönleri de vardır, ama o salt tarih de değildir.
– Antropoloji bir süper bilim veya yüksek bir bilim değildir. Ontoloji de değildir. İnsan felsefesi, felsefi antropoloji gibi felsefe dalları vardır; fakat felsefenin alt dalı değildir. İnsan felsefesi-antropoloji arasında benzerlik vardır.
– Antropoloji, bazı nitelikleriyle soyut-beşeri bilimler ailesinin bir üyesi gibi görünüyorsa da ondan farklı olan özellikleri vardır.
Antropolojinin konusu, insan, toplumlar ve kültürlerdir. Şu sorunlarla ilgilenir:
- İnsanlar ve toplumlar neden birbirlerine benziyorlar?
- İnsanlar ve toplumlar neden birbirlerine benzemiyorlar?
- İnsanlar ve toplumlar neden ve nasıl değişiyorlar?
İnsan ırklarının neden değiştiğini, benzeyip benzemediğini açıklayan bilim dalı fizik antropolojidir.
Antropolojinin Temel Bilimleri: Tarih, biyoloji, sosyoloji (aynı sorular bu bilim dallarında da sorulduğu için).
Antropolojinin Dalları: Antropolojiyi üçgen bir piramit olarak düşünecek olursak, tarih, sosyoloji, biyoloji temelleri üzerine oturan tarih ve sosyolojiye dayalı olan yüzey etnoloji adını alır. Etnoloji, toplumların sosyal ve kültür tarihi ile uğraşır. Toplum türleri, evrim, yayılma, töreler bunların kökeni değişimleri etnolojinin konusudur.
Tarih ve biyolojiye dayalı olan yüzey fizik antropolojidir. Fizik antropoloji, insan ve ırklar tarihini, biyolojik evrimin ilke ve kademelerini kendisine konu edinmiştir.
Antropolojinin biyolojik ve sosyolojik temeller üzerine dayanan üç alt disiplini vardır:
- Sosyal antropoloji
- Kültürel antropoloji
- Psikolojik antropoloji
İnsanın sosyal ve biyolojik varlık alanlarının bileşkesi, psikolojik varlık alanıdır. Öte yandan sosyal antropoloji de tanımına göre, biyoloji ile sosyolojinin ortak alanıdır.
Antropolojinin Bilim Sınıflamasındaki Yeri
Koestler antropolojiyi doğa bilimleriyle insan bilimleri arasında bir yere yerleştirmiştir. Antropoloji, kendi başına bir sınıf olarak kabul edilmektedir.
Antropolojinin Yöntemi: Doğa tarihi
Antropolojiyi tarih vs. den ayıran ve onu biyolojik bilimlere yaklaştıran onun yöntemidir. Bu yöntem “doğa tarihi” yöntemidir. Tekniği objektif gözlem yoluyla veri toplamaktır.
Sosyal, kültürel antropologlarla etnologlar inceleme yapacakları toplumun yaşamına katılarak, toplumu gözlemleyerek bilgi toplarlar. Bir toplumun içine girerek, toplumsal yaşama katılarak bilgi toplama tekniğiyle bu bilgilerin yayımlanmasına etnografya adı verilir. Ethnos (halk) ve graphie (çizim) kelimelerinden türetilmiştir. Buradan anlaşılacağı gibi, toplumun tasviri (çizimi) ve tanıtılması anlamına gelir. Hem tekniğin hem de sonucun adı etnografyadır ve etnografya, antropolojinin bir alt dalı değil, yöntemidir.
Antropoloji, ekoloji ve lengüistik antropolojiyi tamamlayan bilim dallarıdır.
Sosyoloji-Antropoloji Kutuplaşması:
Sosyoloji, büyük bir toplumda belli bir konu veya soruna yönelirken, antropoloji dar bir alanda sistemin bütününü incelemeye elverişlidir. Antropoloji, sözlü ve töresel kaynakları araştırır. Antropolojinin yalnız ilkel toplumlarla ilgilendiği görüşü yanlıştır.
Antropolojinin ilkel toplumlara ilgi ve ilişkinin nedenleri:
- Yeryüzündeki ilkel ve geleneksel toplumların sayısı azaldığından, kaybolmadan onların etnografyalarını çıkartmak istemeleridir.
- İlkel ve geleneksel toplumların töresel nitelikleri saptanabilirse, teknolojik ve siyasal devrimlerin sosyo-kültürel kurumlar üzerindeki etkilerinin ölçülmesi daha kolay olacaktır.
- İlkel toplumlar, küçük yer ve yurtlarda yaşadıklarından gözlemlenmeye, incelenmeye daha elverişli sistemlerdir.
- 4.BÖLÜM: ANTROPOLOJİNİN GELİŞMESİ
Antropolojiyi Etkileyen Okul ve Akımlar
Evrimciler (Evolüsyonistler):
Morgan, Spencer, Tylor, Bachofen, Maine ve Marx’ın antropolojilerinde ortak kuramsal yönelim, evrim ve amaçları, evrim ya da değişmenin açıklanmasıdır.
Ana fikirleri: Sosyal gelişme (sosyal kurum ve davranışların “ilkel”den “uygar”a dönüşmesidir; bu bakımdan ilkellikten uygarlığa doğru genel ve kaçınılmaz bir evrim vardır)
Evrimci Okul’un üyeleri, çeşitli toplumların evrim basamaklarında farklı yerlerde olduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre, toplumlar ve insanlar, evrim basamağında farklı seviyelerde oldukları için farklıdırlar.
Evrimin nedenini bulmak için tarih veya karşılaştırma yöntemini kullanmışlardır. Kullandıkları yöntemden dolayı bu okulun üyelerine “tarihi onaranlar” ya da “tarihi yeniden inşa edenler” adı verilmiştir (historical reconstructionist).
Evrimcilere eleştiri Radcliffe-Brown’dan gelmiştir. Ona göre söz konusu çalışmalar, “tahmini tarih” veya “tarih tahmini”dir. Tahmin kesimi tarihe, hayal gücü ise belgelemeye ağır basan bir tarihçiliktir. Yapılanları tarihi bir romana benzetmiştir.
Evrimci antropolojiye başlıca tepki kendileri de bir anlamda evrimci olan difüzyonistlerden (yayılımcılardan) ve Amerikan Okulu’ndan gelmiştir.
Difüzyoncular (Yayılımcılar):
Alman etnologlar Ratzel ve Frobenius’un öncülüğünü yaptığı yaklaşıma göre, çeşitli toplumlardaki keşifler, icatlar ve kültürel gelişmeler, birbirinden izole veya birbirine paralel değildir. Keşifler, belli bir yörede yer alıyor; daha sonra oradan komşu toplumlara yayılıyordu.
Amerika’da Difüzyonculuk
Difüzyonizm, Kızılderili kültürleri sınıflamak amacıyla kullanılmıştır. Akımın adı: kültür alanı. Kullandıkları kavram: “öğe dağılımı”dır (trait distribution). Kültürlere ait unsurların yayılma sınırlarını bulmaya çalışmışlardır. Kullandıkları ölçüt ise, eşyanın frekansı (çokluğu)dır. Frekans, merkeze olan uzaklıkla ters orantılıdır. Mesafe ne kadar büyükse, eşya o kadar az. Sonraları tek bir öğe anlamlı olmadığından çokluk kriterine kayma olmuş: “kültürel öbek” (trait complex)ten bahsedilmeye başlanmıştır.
Amerikan Okulu’nun özelliği, difüzyonu tek başına bir süreç olarak değil de, coğrafya koşullarıyla birlikte coğrafyacı bir determinizmle kullanmasıdır.
Steward, kültürel öğe dağılımının kültür odağını belirlemede yeterli bir ölçüt olmadığını ortaya koymuştur. Kültür odağı yer değiştirebilir ve dengesiz yığılmalar olabilir.
Alman Difüzyonizmi
“Kültür çemberi” adı verilen okulu kurmuşlardır. Etnolojik ve arkeolojik bulguları, kutsal kitaptaki (Tekvin) ile uzlaştırmaya çalışmışlardır.
Amerikan Okulu ve Yeni Tarihçilik:
Tarihi inşacılığa ve evrimciliğe tepki olarak kurulmuştur. Temel yöntemi, yeni bir tarihçiliktir. Okulun kurucusu, Franz Boas’tır. Ona göre kültür tarihinin, genelleştiren (nomotetik) bir bilim değil, özelleştiren (idiografik, topluma özgü) bir bilim olması gerekir. Tarih tekrar etmez ve biriciktir ve bu bakımdan her toplumun tarihi de bağımsız alandır. Tarihe bakarak genelleme yapılamaz.
Fonksiyonalistler (İşlevciler):
Sosyal/kültürel sistemlerin doğal sistemler olduğunu ve doğal sistemler gibi incelenebileceğini savunmuşlardır. Kendileri de “doğa bilimcisi” olduğuna göre, tarihi kullanmamaları gerektiğini düşünmüşlerdir.
“Fonksiyon (iş, işlev, görev)” sözcüğünü ve “strüktür (yapı)” sözcüklerini, toplumsal sistem çözümlemesinde ilk kez kullanan kişi Herbert Spencer’dır. “Organizma modeli”ni toplumlara uygulamaya çalışmıştır. Spencer’a göre, toplumlar tıpkı canlı organizma gibi kendisini oluşturan parçaların fonksiyonel bağımlılığı ile varlıklarını sürdürürler. Bu fikrin temeli Hobbes’a kadar gider. Spencer’dan etkilenen Durkheim’a göre, “sosyal olgu” sonucuna bağlı değildir. Sosyal olgunun açıklanabilmesi için, onun hem nedeninin hem de işlevinin açıklanması gerekir.
Fonksiyonalist (İşlevci) Antropoloji:
Fonksiyonalistler, toplumu makineye değilse bile, biyolojik sistemlere benzetmişlerdir. Malinowski, Durkheim’ın fonksiyonalizminden etkilenmiştir. Pusulası “fonksiyonsuz bir sosyal kurum yaşayamaz”dır. Karşıtı da doğrudur; yani bir kurum yaşıyorsa fonksiyoneldir.
Malinowski’nin düşüncesine göre, insanoğlu “kültür” adını verdiği bir varlık alanı yaratarak temel biyolojik gereksinimlerinin karşılanmasını kurumlaştırmıştır. Bu bakımdan bütün sosyo-kültürel sistemler, bireyin ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdürler ve birey de üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmelidir.
Strüktüralistler
Durkheim’a yakın bir perspektiften Radcliffe-Brown bu yaklaşımın öncüsü olarak kabul edilmektedir.
Okulun temelini “sosyal yapı” oluşturur. Toprak, aile, akrabalık sistemi ve siyasal birlik içinde örgütlenmiş grupların ve bu gruplar arasındaki ilişkilerin incelenmesi sosyal yapısal fenomenlerin özünü oluşturur.
Strüktüralizme göre, tüm sosyal kültürel sistemler üç alt sisteme ayrılmaktadır:
- Teknik/ekonomik
- Sosyal/yapısal
- İdeolojik/kültürel
Bu sınıflandırma, içerik bakımından Marxçı sınıflamayı hatırlatır. Malinowski ve Boas tarafından öne sürülen kültür değişkenlerinin kabaca eşit ağırlıkta olması, strüktüralistleri rahatsız etmiştir.
Fransız Strüktüralizmi
Öncüsü Claude Levi-Strauss’tur. Levi, “strüktür” sözcüğüne yepyeni bir psikolojik anlam kazandırmıştır. Hediye alma vermenin evrensel psikolojik gereksiniminden yola çıkarak “karşılıklığın (reciprocite)” sosyal/kültürel fonksiyonu üzerinde durur. İnsan aklının evrensel yapısı, ben (ego) ile ötekilerin diyalektik çatışmasından doğar. Karşılıklık bu çatışmayı yumuşatır. Böylece Fransız strüktüralizmi, ikilik (düalizm) eğilimi üzerine kurulmuştur; şöyle ki toplumsal yapılar, kafamızdaki tüm ikilemeler yoluyla kazanılan kavramsal yapılarımızın yankısıdır. Bu psikolojik yönelim, Freud’a yakınsa da, Durkheimcı sosyolojiye oldukça terstir.
Kültürel Maddeciler
“Kültürel maddeci” akımın “tarihi maddeci” akımdan farkı, çevre ve coğrafya faktörüne (ekolojiye) üretim ilişkilerinden daha fazla yer vermesidir. Maddeci bir kültür tarihi olarak yorumlanacak çalışma, arkeolog Gordon Childe’ın “Kendini Yaratan İnsan” (Man Makes Himself) denemesiyle söz konusu olmuştur. Ortadoğu arkeolojisinin bir sentezini yaptığı çalışmasında, yalnız sınıflama ölçütleri değil, evrimin temeli de teknolojik olarak değerlendirilmiştir.
5.BÖLÜM: KÜLTÜR KAVRAMI VE KURAMI
Sosyal/kültürel antropolojinin başlıca konusu, “kültür”dür; ancak kültürü tek kelimeyle açıklamak kolay değildir. Genel olarak denilebilir ki kültür, toplumların birikimli uygarlığıdır; toplumun kendisidir; bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir; insan ve toplum kuramıdır. Sözcük “cultura”dan gelmektedir. Colere, ekip biçmek, sürmek karşılığında kullanılan bir kelimedir. Antropolojide ilk olarak bilimsel anlamda kültür tanımını yapan İngiliz Tylor’un kavramı Almancadan aldığı görüşü yaygındır; ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Fransızlar ve İngilizler’in kültür sözcüğü yerine “uygarlık (civilisation)” sözcüğünü tercih ettikleri görülmüştür.
Marx, “kültür” kavramının olmasa bile, kültürel içeriğin kapsamlı bir tanımını vermektedir:
“Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı herşeydir.”
Özet olarak bilim alanındaki kültür: uygarlık, beşeri alandaki kültür: eğitim sürecinin bir ürünü, estetik alandaki kültür: güzel sanatlar, maddi (teknolojil) ve biyolojik alandaki kültür: üretme, tarım, ekin, çoğalma ve yetiştirme anlamında kullanılmaktadır.
Kültür tanımları her ne kadar çok kapsamlı idiyse de, her kültürel kurum ve sürecin bir işlevi ve amacı olabileceğinden bahsedilmektedir. Kültür tanımına örnekler ise aşağıdaki şekilde sıralanmaktadır:
- Sosyal Miras ve Gelenekler Birliği Olarak
- Hayat Yolu Olarak
- İdealler, Tutum ve Davranışlar ve Değerler Olarak
- Çevreye Uyum Anlamında
- Geniş Anlamı ile Eğitim Olarak
- Bireysel Psikoloji Olarak
- Oluşum ve Köken Yönünden
- Düşünüş Tarzı Olarak
- Simge (Sembol) Olarak
Tanım olarak belki de en kabul edileni Tylor’un tanımıdır. Buna göre kültür, toplum, birey, eğitim süreci ve kültürel içerik gibi fonksiyonların ve bunlar arasındaki karmaşık ilişkilerin bir işlevidir. Bu tanım, kültür kuramının belki de ana savıdır denilebilir. Güvenç, Murdock’tan alıntılayarak kültürün ne olup olmadığına ilişkin şu görüşlerine yer verir: Kültür öğrenilir; kültür tarihidir ve süreklidir; kültür toplumsaldır; kültür ideal ya da idealleştirilmiş kurallar sistemidir; ihtiyaçları karşılayıcı ve doyum sağlayıcıdır; kültür değişir; kültür bütünleştiricidir; kültür bir soyutlamadır.
Sosyal/kültürel antropoloji, aile ve akrabalık, eğitim, ekonomi ve teknoloji, din ve devlet, kişilik sistemi ve dil kurumları arasındaki ilişkileri araştırır ve kültürel sistemi oluşturan söz konu kurum ve değişkenlerin, sistemin varlığına katkıda bulunduğu, birindeki değişmenin diğerlerini ve kültürü etkileyeceği söylenebilir. Aynı zamanda “kültür kuramı” bir “sosyal değişme” kuramıdır.
Kültür Kavramının Sınırları
Kültür kavramının sınırlarını belirlemek ve bahsetmek bir hayli zordur. Geleneksel ayrım ise, “Doğu Kültürü” ve “Batı Kültürü”dür. Ayrıca kültürel sınırlar dilde farklı bir coğrafyaya aitken dinde farklı bir yere, törede başka bir kökene ait olabilmektedir.
Aynı kültür içindeki farklı birim ve sentezlere “alt kültür” denilmektedir.
6.BÖLÜM: KÜLTÜREL MUHTEVA, İLİŞKİLER VE SÜREÇLER
Daha önceki bölümde yer alan temel kurum ve değişkenleri ile “kültür kavramı”nın bir şeması verilmiştir. Bunlar, tarihi kaynaklar ve töreler, aile ve akrabalık, sağlık ve hastalık, bilim, sanat ve eğitim, yerleşmeler, üretim-tüketim, din, devlet ve yönetim, insan (nüfus), dil ve kişilik sistemi, doğal çevre gibi başlıklar altında sıralanabilir. Bu konuda antropolog Murdock ve yardımcılarının hazırladıkları bir sınıflama ve kodlama sistemi olan “Kültürel Muhteva Rehberi” önemli bir başvuru kaynağı olarak belirtilmektedir.
Bu bölümde kültürel süreçlerden bahsedilmekte; özelikle kültürleme (enculturation) ile kültürleşme (acculturation) üzerinde durulmaktadır. Kültürleme, sosyal bilimlerdeki sosyalizasyon olarak ya da daha geniş anlamda eğitim olarak tanımlanmaktadır. Kültürleşme ise, kültürlemenin tersi bir süreç olarak insanın başka toplumlardan öğrendiklerinin tümü, toplumların karşılıklı etkileşimi olarak nitelenmektedir.
7.BÖLÜM: ALAN ÇALIŞMASI, YÖNTEM VE TEKNİKLER
Bu bölümde, yöntem ve teknikler sorunu ele alınmaktadır. Sosyal/kültürel antropoloğun sahada nasıl çalıştığı; etnografik bilgilerin nereden ve nasıl elde edildiği sorunları ele alınmaktadır. Bu kapsamda, daha temel düzeydeki doğru ve yararlı bilginin ne olduğu, doğru bilginin toplanması, hangi bilimsel ilke ve koşullar altında gerçekleşmekte ve bu bilgilerin doğruluğunun sınanması konularına da kısaca değinilmektedir.
Kültür aşırı yaklaşım: sosyal bilimcilerin kendi içinden çıktığı toplumun kültürüne ilişkin değerlendirme yaparken, nedensel açıklamalar ile kendi toplumunda olan bitenleri görme konusunda eksik kalabileceği gerekçesiyle araştırıcının başka bir toplumdan gelmesidir.
Kültürel antropolog ve araştırma yöntemi üzerine, değerler, tutumlar ve davranışların bilgi ve veri toplamada etkileri üzerine değerlendirmede bulunularak, değerler ve tutumların soru kağıdı ve görüşme tekniği ile, davranışların ise ancak sistematik bir saha çalışması ile “katılma yoluyla doğrudan gözlem” tekniği ile toplanabileceği ifade edilmektedir.
8.BÖLÜM: KÜLTÜREL EVRİM VE DEVRİMLER
İnsanoğlunun temel olarak üç kültürel evreden geçtiği belirtilmektedir. Bunlar: Paleolitik, Neolitik ve Endüstri devrimleridir. En uzun evre, ilk taş aletlerle başlamış; bu dönemi 10 bin yıl öncesine dayanan Neolitik Devrim izlemiştir. Tarım Devrimi olarak da bilinen bu dönemde, Paleolitik dönemde toplanan yaban bitkileri ve av hayvanları evcilleştirilmiştir. Paleolitik (eski taş) ve Neolitik (yeni taş) dönemler arasında kısa dönemli geçiş dönemi olan Mezolitik (orta taş) dönemi de bu bölümde anlatılmaktadır.
Neolitik devrim, artı ürünü, artı ürünün kontrolünü, kentleri, işbölümü, para ve pazar ekonomisi, yazının ve matematiğin icadı, mülkiyetin ve eğitimin kurumlaşması, hukukun, yönetimin, bilim, düşünce ve inançların sistemleştirilmesi, çanak, çömlek ve dokumacılık ile şekillenen bir süreci beraberinde getirmiştir.
9.BÖLÜM: ENERJİ, DOĞAL ÇEVRE VE NÜFUS
Kültürel evrim ve devrimi hızlandırıcı ya da yavaşlatıcı etmenler üzerinde doğal çevrenin etkisinden bahsedilmekte ve enerji kavramı, birimleri ve biçimleri üzerinde durulmaktadır.
Paleolitik insan, aldığı enerjiyi, avcılık, toplayıcılık, yakalama vb. için harcadığı için geriye fazla enerji kalmamış ve kültürel evrim yavaş olmuştur. Ateşin bulunması, enerji savaşında önemli bir aşama olmuştur.
Tarım Döneminde yerleşik hayat, besinlerin evcilleştirilmesi, düzenli aile hayatı gibi sebepler doğumları arttırmış; ölüm hızını bir miktar düşürmüş ve böylece ilk nüfus patlaması söz konusu olmuş; ancak kıtlıklar, açlıklar ve veba gibi salgın hastalıklar sonucunda tarım kültüründe beklenen nüfus artışı gözlenememiştir.
Endüstri Devrimi, buhar makinesi ve kok kömürü ve James Watt’ın buharlı oyuncağı ile XVIII. yüzyılda İngiltere’de başlamıştır.
Endüstri Devrimi ile ölüm oranı hızla düşmüştür. Bu hızlı değişmenin sonucu iş bulma güçlüğü ve dış göç şeklinde ortaya çıkmıştır.
Enerji üretimi ile nüfus büyüklüğü arasında dinamik bir dengenin var olduğu, nüfus artışının teknolojiyi etkilediği; karşıt olarak teknik etmenlerin (ayrıca ekolojik) de nüfusta önemli değişmelere yol açtığı açıktır.
Teknolojinin doğal çevre değişkeniyle birlikte bir ekosistem olarak incelenmesi gerektiği; enerji üretimi ve tüketiminin çok yüksek olduğu sistemlerde bir endüstriyel artıklar sorunu olduğu açıklanmaktadır.
10. BÖLÜM: ÜRETİM TÜKETİM İLİŞKİLERİ VE ALIŞVERİŞ BİÇİMLERİ
Ekonomi sözcüğünün sanayileşmiş toplumlardaki anlamına değinirken, Polanyi’nin tanımından faydalanılmıştır: birinci anlamı, belli bir ülkedeki veya ülkeler arasındaki üretim, tüketim, alışveriş, değiş-tokuş ilişkilerinin incelenmesi; ikinci anlamı ise, bireylerin, ailelerin ve ulusların giderek artan ihtiyaçlarını sınırlı olanaklarla karşılamak yönündeki tutum ve davranışları anlamındadır.
Bu bölümde ekonomi sözcüğünün birinci anlamı irdelenmektedir. Teknoloji bakımından geri, ilkel toplumlarda, tüketim mallarının “paylaşılma”sı ve “yeniden dağıtım”ı söz konusudur. Kitapta, takas usulü (barter) ile biçimlenen ilkel ticaret biçimlerinden bahsedilmektedir.
Avcı-toplayıcı düzeyindeki toplumlarda, üretimi etkileyen veya sınırlayan bir mülkiyet uygulamasına rastlanmaz.
11. BÖLÜM: FARKLILAŞMA, SINIFLAŞMA VE GRUPLAŞMALAR
Sosyal hareketlilik, “yatay” ve “düşey” olmak üzere iki boyutta düşünülebilir. Yatay hareketler, yer değiştirmeler ve göçler şeklinde, “düşey” hareketler ise, sınıf ve grup değiştirmeler olarak tanımlanabilir.
Cinsiyet, yaş, sosyal/ekonomik durum, soy, evlilik, kast (sınıf) ve rütbe hemen hemen bütün toplumların kullandığı evrensel “grup”lar ya da gruplaştırma ölçütleridir. Sosyal grupları ve farkları incelemek için kullanılan temel kavram “sınıf”tır. Sınıflı toplumlarda, kuramsal olarak bir sınıftan ötekine geçmek mümkündür ve “sosyal hareketlilik” olarak nitelendirilmektedir. Ancak, hareketli değişime açık toplumlarda bile, çocukların çoğunlukla baba mesleğini sürdürme eğiliminde olduğu, kültürlemenin ağır bastığı belirtilmektedir.
Kadın erkek farklarının büyük bir kısmının biyolojik determinizmden çok, kültürel şartlanmaya (enculturation) bağlı olduğunun antropolog Mead’ın saha çalışmasıyla gösterildiği ifade edilmektedir.
12. BÖLÜM: AKRABALIK, SOY VE EVLİLİK
Bu bölümde, akrabalık sistemi çözümlemesi yapılarak, aile tipleri, evlilik türleri, evliliği düzenleyen kurallar, tercihler ve yasaklar, aile içindeki ilişkiler, ailede egemenlik sorunu, akrabalık sistemini oluşturan ve akrabalık sisteminin sosyal yapı ile çok yakın ilişki içinde olduğunu gösteren olgular olarak incelenmektedir.
İnsan, yaşamak ve varlığını sürdürmek için çevreyle ilişki kurmak zorundadır. Çevreyle ilişki kurmak için de çevreye açık olmak, alış-veriş ve değiş tokuş yapmak durumundadır. Bu tür alışverişler için ise üç yol söz konusudur: (1) Ticaret ve mal alışverişi, (2) kültürleşme (kültür alışverişi), (3) dış evlilik (gelin güvey alışverişi). Bütün bu alışveriş sisteminde ise karşılıklık ilkesi geçerlidir. Gelin güvey alışverişi sonunda, diğer aile ve soy gruplarıyla ilişkiler kurularak sosyal yapı büyüyüp güçlenmektedir.
13. BÖLÜM: EĞİTİM SÜRECİ, İNSAN-TOPLUM VE KÜLTÜR BOYUTLARI
İnsan olgusunu anlayabilmek açısından, toplumun eğitim kültür yapısına bakılması, karşılıklı ilişkilerinin analiz edilmesi gerektiği ifade edilmektedir. İnsan-kültür ilişkisinin kısır bir döngü şeklinde değil de, kültürün insanı yaratmakla birlikte, insanın da bu süreçte tümüyle edilgin bir rolü olmadığı, kendini, toplumunu aşabilecek yetiye sahip olduğu vurgulanmaktadır. İnsan, kendisi ölümlü olmasına rağmen kendi ötesinde, kültür ve uygarlıklar gibi “canlı-üstü” varlık alanları yaratmayı başarabilmiştir. İnsan, önceki kuşaklardan kültürel mirası devralır; öğrenip öğretir ve bilgilerini deneyimlerini sonraki kuşaklara aktarır. İnsan, içinde bulunduğu toplumdan aldığı kültürle beslenip gelişmekte; kültürlenmekte ve farklılaşmaktadır. Kültürün eğitimle kazanılması süreci evrensel olmakla birlikte, kültürel muhteva toplumdan topluma değişmektedir.
Bu kapsamda “Toplumlar, gruplar ve bireylerarası benzerlik ve ayrılıkların bilimsel bir açıklaması var mıdır?” sorusu temel bir soru olarak sorulmaktadır.
Eğitim süreci, amacı nasıl olmalıdır sorusuna cevap aranmaktadır. Çağdaş eğitim felsefesi açısından nasıl öğrendiğimiz konusunun, neyi öğrendiğimizden daha önemli olduğu, öğrenmeyi öğretmenin, hazır bilgi vermekten daha önemli olduğu vurgulanmaktadır.
John STEINBECK:
Amerikalı yazar (Salinas, Kaliforniya, 1902, New York, 1968). Alman asıllı bir ailenin çocuğuydu. New York’ta çeşitli işlerde çalıştı. Kaliforniya’ya dönerek ilk romanlarını (Altın Kadeh, 1929; Cennet Çayırları, 1932; Bilinmeyen Bir Tanrıya, 1933) yazdıktan sonra yakından tanıdığı balıkçıların, serserilerin serüvenlerini anlattığı Kenar Mahalle (1935) ile büyük ün kazandı. “Kızıl” damgasını yemesine neden olan “Bitmeyen Kavga”yı (1936) yayımladıktan sonra, Fareler ve İnsanlar’la (1937) ününü yaygınlaştırdı. Başeseri Gazap Üzümleri (1939) ile Pulitzer Ödülü’nü aldı. Peş peşe birçok yeni roman (Ay Battı, 1942; Sardalya Sokağı, 1945; Cennet Yolu, 1962; Uğurlu Perşembe, 1955) ve birçok öykü kitabı (Al Midilli, 1937) yayımladı. 1962 Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.
KİTABIN ÖZETİ
Romanda, 1930’lu yıllarda hızla gelişen endüstrileşmenin sonucu olarak Oklahoma’dan Kaliforniya’ya göç etmek zorunda kalan bir çiftçi ailesinin yaşadığı zorluklar anlatılıyor. Akın akın batıya iş bulma umuduyla göç eden aileler ve dramları Joad ailesi simgeleştirilerek anlatılıyor.
Joad ailesinin ikinci büyük oğlu olan Tom, hapishanede dört yıl kaldıktan sonra kefaletle tahliye edilmiştir. Bundan sonra ailesiyle mutlu bir hayat süreceğini düşünerek köyüne gider; fakat gittiğinde hiçbir şeyin bıraktığı gibi kalmadığını görür. Evleri harabeye dönmüştür. Her taraf pamuk tarlası olmuştur. Ailesini amcası John’un yanında bulur. Yolda rastladığı papazı da beraberinde götürür. Ailesini göç hazırlıkları içerisinde bulur. Herkes Tom’un gelişine çok sevinir; çünkü içlerinden bir parçayı Oklahoma’da bırakıp gitmek onlar için çok ağır olacaktır. Joad ailesinin üçüncü büyük oğlu Al, motorlardan anladığı için de gidecekleri eski kamyonun alım işi ona bırakılmıştır. Bütün biriktirdikleri parayı birleştirerek yola koyulurlar. Büyükbaba gitmemek için büyük çaba harcar. Babalarından ona kalan, yıllarca acılarını, mutluluklarını paylaştığı toprağını bırakmak ona çok ağır gelir. Yaşlılığın verdiği aksilikle gitmemek için epey diretir. Papaz da onlarla birlikte batıya gitmek istediğini söyler. Anne ve büyükanne papazın kendilerine şeref vereceğini söyleyerek kabul ederler. Ailenin büyük kızı Rosasharn ve kocası Connie de onlarla birlikte yolculuğa hazırlanırlar. Rosasharn gebeliğinin verdiği sinirlilik ve bencillik içindedir.
Toprak sahiplerinin gazabından, şiddetli kuraklıktan, müthiş rüzgarlardan kaçan insanların izlediği 66. Cadde denilen dağ yolunda ilerlemeye başlarlar. Bu yola kaçış yolu da denilebilir. Eski püskü arabalarla yeni hayatlar kurmaya giden insanlara rastlanır bu yolda. Gece su kıyılarında mola verir, gündüz yola koyulurlar. Yolda bir galon benzin alabilmek için insanlar ayakkabılarını bile satarlar.
Joad ailesi kendileri gibi batıya iş bulma umuduyla göç eden insanların yanında mola verir. Büyükbabanın ilk kez ağladığını görürler. Büyükbaba rahatsızlanır ve kalp krizi geçirerek ölür. Ölümü devlete haber vermek zorundadırlar. Erkekler mezar kazarlar, kendi aralarında küçük de olsa bir merasim düzenlerler ve büyükbabayı gömerler. Babalarını kendi çadırında ağırlayan Wilson ailesine karşı minnet duyarlar ve minnet borçlarını ödemek için Al onların bozuk olan kamyonlarını tamir eder; fakat Wilson ailesinin hiç parası yoktur. Bunun üzerine Joadlar onların kamyonuna bölünerek yola koyulurlar. Artık “ben” değil, “biz” söz konusu olmaya başlamıştır. Yardımlaşma, hiç olmadığı kadar önem kazanmaya başlamıştır.
Yolda Wilsonların kamyonu bozulur ve Tom, ailesine gitmeleri gerektiğini, papaz ve kendisinin orada kalıp kamyonu tamir ettikten sonra onlara yetişeceğini söyler; çünkü herkesin bir an önce iş bulup çalışmaya başlaması lazımdır. Ailesinin parçalanmasından korkan anne ilk defa olarak babaya karşı gelir. Herkes annenin bu kararlı tutumu karşısında boyun eğmek zorunda kalır.
Bu arada nine de gittikçe kötüleşmeye, çocuk gibi davranmaya, kendi kendisine konuşmaya başlar ve bu nedenle yolda kamp kurmak zorunda kalırlar. Kampta tanıştıkları bir insanın söyledikleri onları bir parça umutsuzluğa düşürür; fakat yollarından döndüremez. Adam, Kaliforniya’ya tıpkı diğerleri gibi iş bulma umuduyla gitmiştir; fakat gerçekleri ancak orada anlayabilmiştir. Toprak sahibinin amacı ucuz ücretle işçi çalıştırmaktır. Bunun için fazlaca ilan bastırır. Bu ilanları gören binlerce insan oraya gider ve belli sayıda işçi işi alabilir. Onlar da karın tokluğuna çalışmaya razı olanlardır. Adamın çocukları açlıktan ölmüştür.
Göçmenlerin çeşit çeşit arabaları köy yollarını aşarak Batı’ya giden ana yolda birleşiyor; günışığında yol alıp, karanlık çökünce gölge ve su buldukları yerde büzülüp sabahı bekliyorlardı. Hepsi de aynı kederden geldikleri için çabucak kaynaşıyorlar; hatta beraber yiyip içiyorlardı. Bir sürü aile, bu kamp yerlerinde bir aile gibi oluyordu. Akşamları eğleniyorlar, yeni bir dünya yaratıyorlardı.
Sonunda önlerinde Kolorado nehri ve ardından çöl kalmıştır. Kolorado nehrinin kıyısında da mola verirler. İşte bu molada da Joad ailesinin en büyük oğlu Noah artık göç etmekten bıktığını, Kolorado nehri kıyısında balık tutarak yaşamını sürdürmek istediğini söyleyerek kaçıp gider.
Joad ailesi yoluna devam eder. Önlerinde çöl engeli kalmıştır. Yolda, tohum getirip getirmediklerini kontrol için muayene istasyonunda durdurulurlar. Anne, büyükannenin çok hasta olduğunu, daha fazla bekleyemeyeceklerini söyleyerek kontrol memurlarına yalvarır. Onlar da yaşlı kadını görünce gitmelerine izin verirler. Anne, geçirmezler diye korkarak ninenin öldüğünü gizlemiştir ve bütün geceyi bir ölünün yanında geçirmiştir. Annenin bu fedakarlığı herkesi kendisine bir kez daha hayran bırakır. Nine için de kendi aralarında merasim düzenlerler. Bu arada Rosasharn’ın kocası Connie de kaçmıştır. Daha önce eyaletten çıkma yasağı bulunan Tom’un başının belaya girmemesi lazımdır. Tom’un başı polisle belaya girer, papaz Tom’un suçunu üstüne alır.
Kaliforniya’da devlet kampı adında bir yere gelirler. Bu kamp, çok farklı bir yerdir. Buradaki insanlar, kendileri belli kurallar oluşturmuşlardır. Burada komiteler vardır. Bu komiteler seçilerek iş başına gelirler. Mesela sağlık komitesi, merkez komitesi, eğlence komitesi vb. Büyük çiftlik sahipleri, devlet kamplarını sevmiyorlar, teşkilatlanmalarından korkuyorlardı. Aç ve öfkeli insanların istediklerini güç kullanarak da olsa edebileceklerini biliyorlardı. Polisler de çiftlik sahiplerinin yanında olduğu için insanlara işlemedikleri suçları atabiliyor, en ufak suçlarından dolayı onlara büyük cezalar veriyorlardı. Göçmenlere ücret olarak verilebilecek ve onları doyurabilecek paralar silahlara, polislere, kara listelere harcanıyordu. Polisler, onları hapse atmak için bahane arıyordu.
Joad ailesi, devlet kampından hoşnuttur. Bu kampta insan gibi muamele görmüşlerdir; fakat iş bulamadıkları için gitmek zorunda kalırlar. Kuzeyde pamuk tarlalarında iş olduğunu duyarlar ve oraya doğru yola koyulurlar. Bu arada, Tom bir polisi öldürür ve saklanmak zorunda kalır. Bu nedenle, kuzeyde yerleştikleri kamptan da ayrılırlar. Yeni geldikleri kampta da Al evlenir ve ailesiyle göç etmeyeceğini söyleyerek onlardan ayrılır. Rosasharn da çocuğunu ölü doğurur. Bu olay onu çok değiştirir. Başlarına gelen olaylar bütün aileyi parçalamaya yetmiştir.
KÜLTÜREL KURUMLAR
AİLE VE AKRABALIK
Aile ve akrabalık ilişkileri kitapta çok yoğun bir şekilde işlenmiştir. Tarım kültürleri olarak başlangıçta geniş bir aileye sahiptirler; fakat sonra her biri kendi yolunu çizmeye başlıyor. Anne, başlangıçta gayet uysal; fakat yaşadıkları zorluklar, onun kocasına karşı gelmesine, kendi başına kararlar almasına neden oluyor. Aileyi bir arada tutmaya çalışan en fedakar kişi olarak anneyi görüyoruz. Baba, anneye göre daha pasif bir rol üstleniyor, devamlı olarak eski, mutlu günlerini düşünüyor. John amca ise, karısının ölümünden kendini sorumlu tutuyor ve ailenin başına gelenlerin kendi günahlarının cezası olduğunu düşünüyor. Vicdan azabından kurtulmak için herkese, özellikle çocuklara yardım ediyor. Tom Joad ailenin en güvendiği kişisi. İçlerinde bulundukları durumun sebepleri üzerinde en çok kafa yoran ve bu durumdan kurtulmak için en fazla çaba harcayan kişi de diyebiliriz. Tom’un bir küçük kardeşi olan Al Joad ise, sadece motorlara ve kızlara ilgi duyuyor; fakat yolculuk sırasında motordan anladığı için, ailenin en gerek duyduğu kişilerden biri oluyor. Joad ailesinin en büyük oğlu Noah soğukkanlı ve sakin bir çocuktur; az ve yavaş konuşur, bu nedenle bazıları onun kafasının fazla çalışmadığını düşünür. Büyük kızları Rosasharn ise hamiledir ve yolculukları sırasında hep bencil, nazlı ve huysuz olmuştur. Ailenin en küçük çocukları Ruthie ve Winfield’a gelince, çocukluklarını ailelerinin sıkıntı ve üzüntülerine tanıklık ederek geçirmek zorunda kalırlar. Papaz ise, yolda ölüm gibi olaylarda dua ederek insanlara moral kaynağı oluyor. Her ne kadar artık papaz olmadığını söylese de insanlar pek aldırış etmiyor, ondan hep dua etmesini istiyorlar. Papaz da Joad ailesinin bir üyesi haline geliyor. Büyükbaba ve büyükanne ise topraklarına aşırı bağlı insanlar ve ayrılmamak için yoğun çaba sarf ediyorlar.
DİN, DEVLET VE YÖNETİM
Joad ailesi dinine bağlıdır. Bunu büyükanne ve büyükbabanın yolculuk sırasında ölümlerinin ardından yapılan dini merasimlerden anlıyoruz. Ayrıca, papaza karşı büyük saygı duyuyorlar. Papaz ise, önceleri dini inanca sahip olduğu halde daha sonra inancını yitiriyor ve papazlık görevini bırakıyor.
Toprak, birkaç insanın elindedir. Çiftçilik bir endüstri haline gelmiştir. Çiftlik sahiplerinin toprakları o kadar büyümüştür ki, çiftliklerini yalnız kağıt üstünde yürütmeye başlarlar. Onlara tüccar demek daha uygundur. Ucuza işçi çalıştırırlar ve yaptıklarını haklı göstermek için polisle işbirliği içindedirler. Yasalar hep onlardan yana işler.
EKONOMİ, TEKNOLOJİ
Tarıma dayalı bir ekonomi varken gelişen teknoloji, makineleşme ile birlikte sanayiye dayalı bir ekonomiye dönüşüyor. Zaten roman da “Ekonomik Bunalım” adıyla geçen bu dönemin getirdiği sorunları en iyi şekilde irdeliyor.
Toprak sahipleri, verimi arttırmak için kimyagerler tutuyorlar ve ürün kalitesi de artıyor.
BİLİM, SANAT VE EĞİTİM
Köylüler, geçim derdine düştükleri için, bu alanlarda fazla ilerlemelerine imkan yoktu. İş bulma umuduyla göçebe bir hayata mecbur olan bu insanların çocuklarının okuması pek olanaklı değildi. Zaten gittikleri okullarda da devamlı olarak aşağılanıyorlardı. Herkes onlara “Pis Oki’ler” diye sesleniyordu.
DİL
Ortak bir dil kullanıyorlar.
TARİHİ KAYNAK VE TÖRELER
Köylüler, törelerine ve topraklarına aşırı bağlıydılar. Toprak onların herşeyiydi. Onlara atalarından kalmıştı. Büyükbabanın öldüğü zaman papazın, büyükbaba hakkında söylediği, “O toprağından ayrıldığı zaman ölmüştü.” sözü, bunu en iyi şekilde gösteriyor.
Geleneksel olarak romanda, ailenin en büyüğü olan büyükbaba evin reisi sayılıyordu; fakat söyledikleri pek uygulanmıyordu; çünkü artık eskisi kadar güçlü değildi.
DOĞAL ÇEVRE VE YERLEŞME
Oklahoma’daki tarlaları, uzun süren kuraklık ve kum fırtınalarından sonra çoraklaşır. Onlar da bu nedenle verimli olduğunu duydukları batıya yani Kaliforniya topraklarına göç ederler. Yollarda kamp kurdukları yerler ise, nehir kıyılarında gölgelik yerlerdir.
SAĞLIK
Göçmen olan bu insanlar, yılın belli bir mevsiminde iş bulabiliyorlar. O zaman da karın tokluğuna çalışmak zorunda kalıyorlar. Çocukları pis ortamlarda yaşıyorlar ve açlıkla burun burunalar. Toprak sahipleri, açlıktan ölen çocukların ölüm raporlarında bu gerçeği gizliyor.
KÜLTÜREL SÜREÇLER
KÜLTÜRLEŞME
Joad ailesinin ortanca oğlu Al Joad’ın motor tamirciliği yapmak istemesi, Rosasharn’ın kocası Connie’nin radyo tamirciliği yapmak istemesi, Rosasharn’ın yol boyunca buzdolabı hayali kurması, onların artık tarımla uğraşmak istemediklerini, bunun da tarım kültüründen endüstri kültürüne geçişin göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Yol boyunca annenin sözlerinin etkin bir rol oynaması, tarım kültüründe geri planda olan kadının artık ön planda olmasına örnek teşkil eder.
Devlet kampında kaldıkları sırada, evin en küçüğünün tuvaletteki sifonu çekip sonra da suyun hızla aktığını görünce korkması ve ağlaması yeni kültürün getirdiği konforun insanları etkileyişinin göstergesi.
Kültürlemeye örnek olarak ailesinin zorluk ve sıkıntılarla nasıl başa çıktığını gören çocukların, çocukluklarını unutarak olgunlaşmaları ve ailelerinden kendilerine veremeyecekleri şeyleri istememelerini verebiliriz. Anne ve babalarına yardım etmek için onlar da tarlalarda çalışıyorlar.
Başka bir örnek de papazın domuzları tuzlayan anneye yardım etmek istemesi üzerine annenin verdiği cevaptır. Anne, yemekle uğraşmanın kadın işi olduğunu söyler.
KÜLTÜR ŞOKU
Tarım kültüründen endüstri kültürüne geçerken insanların yeni kültürün getirdiklerine uyum sağlayamaması, kültür şokuna örnek olarak verilebilir. Göç etmek için motora ihtiyacı olan ve ticaretten anlamayan köylülerin dolandırılmaları gibi.
DEĞERLENDİRME
Yazar, göç etmek zorunda kalan bir ailenin dramını çarpıcı bir dille anlatıyor. Yazarın dili oldukça sade ve anlaşılır. Uzun tasvirlere yer vermesi zaman zaman sıkıcı olsa da konunun ve o zamanki şartların anlaşılması bakımından oldukça gerekli ve yerinde.
Yazar, birtakım mesajlar veriyor ve nedenlerini de uzun uzun açıklıyor. Mesela, öfkeli ve aç insanın kaybedecek hiçbirşeyi olmadığı için çok tehlikeli olabileceğini, fakir bir insana ancak kendisi gibi olan insanların yardım edebileceğini vurguluyor. Bu insanlarda “ben” kavramı yitirilip, “biz” kavramı ortaya çıkıyor; yani dayanışma hiç olmadığı kadar önem kazanıyor. Açlığın insanı nasıl değiştirdiği, bir aileyi nasıl parçaladığı, en çarpıcı örnekleriyle aktarılıyor. Güçlülerin her zaman güçsüzleri yendiğini, kanunların bile güçlülerden yana olduğunu, insanın hakkını arayacak hiçbir mevki bulamadığında nasıl isyanın eşiğine geldiğini ve nasıl farklı bir kişiliğe büründüğünü, doğudan batıya iş bulma umuduyla göç eden yoksul insanların üzerinde en iyi şekilde görüyoruz.
Yazan: Dilek ŞAHİN